2021-2022 arasındaki kış çok zor bir kıştı. Kendime gelebilmek için bir süre çalışmaya ara verdiğim, bir yandan terapi, bir yandan kariyer koçu (çünkü kariyerim aidiyetimin bir parçası gibi, ve bununla savaşmak yerine, ona doğru kürek çekmeye karar vermiştim), bir yandan da 3 yıldır rafımda tozlanan Sanatçı’nın Yolu’nu okumaya başladığım bir dönem… Çivi çiviyi söker hesabı.
Bir gün yatakta telefonsuz bir şekilde yatarken (bu zamanlarda biraz radikal bir fikir, biliyorum), odamın camından bulutları izlerken buldum kendimi. Küçükken çimlere yatıp bulutları hayvanlara, çiçeklere, objelere falan benzetirdik... Çocukluk odama ışınlandım. Üstünde gezegenler, uzaylılar ve uzay araçları olan mosmor bir çarşafım vardı; bir tane de renkli puantiyeli. Sabahları uyandığımda parmaklarımla çarşafımdaki şekillerin etrafında geçerdim. Düşünürdüm herhalde.
O anda dışarıdan bakan bir göze hiçbir şey yapmadan sadece durduğumu hatırladım.
Bu sabah rutinimi en az 20 yıldır düşünmemiştin. Hatta o rutin ne zaman bitti, neden bitti, onu bile bilmiyorum. Tahminim: Büyüdüm, ve büyüdükçe kendimden uzaklaştım. Kendimden uzaklaştıkça da, tüm yüzüyle çikolatalı puding yiyen içimdeki o serseriyi unuttum.
Yolumun 2018’de sosyal medya sayesinde kesiştiği ve sonra hızlıca arkadaş olduğum Cansu Dengey ile başladığımız Oldu mu? podcastın adı bile belli değilken, aklımda çocukluk hallerimizi bir şekilde bu işe dahil etmek vardı. İlk zamanlar sebebinin, çocukluktan yetişkinliğe giden yollara bol gönderme yapacak olmamız olduğunu sanıyordum. Ay bir de pek cimcimiz; bol bol malzeme çıkar dedik…
Birinci bölüm yayınlandıktan ve ilk zamanlar tam da planladığımız gibi çocukluk videolarımızı da içine entegre ettiğimiz teaser videomuzu paylaştıktan sonra, aylardır süren yoğun çalışmalarımıza bir sakinlik çöküverdi.
Oldu.
Artık bizden çıktı.
Biraz mesafelendikten sonra insan başka gözle bakar ya bir şeye; tekrar izledim videoyu. Gözlerim doldu o hallerimizi görünce… Acımak değil, üzülmek değil, biraz ihanet korkusu, biraz da mahcubiyetti sanırım içime düşen; çocukluğuma, çocuk halime, şimdiki yetişkin halimin borçlarını ödeyip ödenmediği kaygısı…
Biz “oldu mu?” diye ona buna, yetişkin halimize, kendi içimize, bizi en tanımayanlara, bazen üstümüzden çıkar bile elde etmeye çalışanlara sorarken, aslında orada sabırla bekleyen biri var bence: İçimizdeki çocuk.
O bizi en iyi tanıyan… O, onu özünden uzaklaştırmamıza rağmen içimizde sabırla, ve bazen isyanla, sıranın ona gelmesini bekleyen…
Hey…
Çocuk…
İyi misin, çocuk?
Hayallerin için yeterince mücadele verebildim mi, çocuk?
Sana ihanet ettim mi, çocuk?
Beni affeder misin, çocuk?
Böyle yapsam olur mu, çocuk?
Canım çocuk…
“Oldu mu?” sorusuyla esas mutlu etmeye çalıştıklarımız sanırım içimizdeki çocuklar.
Onlar “orjinal oldu-mu-cular”.
Ve her onların bizler için planlamağı dönüşte, her isyanlarını duymazdan gelişimizde, onlara her ihanet edişimizde ellerini bellerine koyan, gözlerini dikip, kaşlarını çatan çocuklar; her o soruyu onlara sormadığımızda, sormayı unuttuğumuzda, bizden biraz daha uzaklaşıyorlar… Ne kadar ironik… Onlar bizden uzaklaştıkça, bizler de kuzey yıldızımızı kaybediyoruz, yolumuzdan şaşıyoruz, elimize biri harita bile verse aradığımız hazineleri bulamıyoruz…
Bu çocuklar gününde, birçok çocuklar gününde bayramını kutlamayı ihmal ettiğimiz kendi çocukluklarımıza selam olsun.
Bayramımız kutlu olsun.
Tüm çocukların yetişkinliklerinde canlarını yakmayacak çocuklukları olsun.
Siz de bülten’e sponsor olmak isterseniz bana info@raykakumru.com’dan ulaşabilirsiniz.
🩷😌🫂✨🤟🏼
Teşekkürler.